Toplumun ve bireylerin temel hakları devletin beka kaygısı karşısında savunmasız bırakılmamalı
Savaşların önlenmesi için kurulan Milletler Cemiyeti’nin çabaları İkinci Dünya Savaşı’na engel olamamış ve bu savaş yeryüzünde daha evvel şahit olunmamış bir yıkıma yol açmıştır. Bu tahribatın ardından yapılan girişimler Milletler Cemiyeti tecrübesini bir adım ileriye götürmeyi amaçlayan ve kurucuları arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin de bulunduğu, kendini “adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği uluslararasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş global bir kuruluş” olarak tanımlayan Birleşmiş Milletler’in 24 Ekim 1945’te kurulmasıyla neticelenmiştir.
Bugün itibariyle 193 üye ülkenin yer aldığı Birleşmiş Milletler, kuruluşundan üç yıl sonra bireyin hak ve özgürlüklerini savunmak ve korumakı amacıyla Evrensel İnsan Hakları Beyannamesini ilan etmiştir. Söz konusu beyanname ile Birleşmiş Milletler, “İnsanlık ailesinin tüm üyelerinde bulunan onuru ve onların eşit ve ayrılmaz haklarını tanımanın dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olduğunu; İnsan haklarının tanınmamasının ve hor görülmesinin insanlık vicdanını yaralayan barbarca eylemlere yol açtığını, korkudan ve yoksulluktan kurtulmuş insanların söz ve inanç özgürlüğüne sahip olacakları bir dünyanın herkesin en yüksek amacı olduğunun ilan edilmişbulunduğunu;
İnsanlığın zorbalık ve baskıya karşı son bir yol olarak ayaklanmaya başvurmak zorunda bırakılmaması için, insan haklarının hukuk düzeyinde korunması gerektiğini;
Uluslar arasında dostça ilişkiler geliştirmeyi özendirmenin temel bir zorunluluk olduğunu; Üye devletlerin Birleşmiş Milletlerle işbirliği içinde, insan haklarına ve temel özgürlüklere bütün dünyada saygı gösterilmesinin sağlanmasını üstlenmiş olduklarını”, deklare etmiştir. Tüm insanlık ailesini kapsayacak düzeyde etkiye sahip bu deklarasyon
10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Meclisi’n de okunmasından kısa bir zaman sonra, 27 Mayıs 1949’da, 7217 sayıyla Resmi Gazete’de yayımlanarak ülkemizde de yürürlüğe girmiştir.
İnsanlık ailesini İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı tahribatın tekrarından ve yeni savaşlardan uzak tutmayı amaçlasa da, Milletler Cemiyeti’ne benzer şekilde, Birleşmiş Milletler de bunda gerçek anlamda başarı sağlayamamış, devletler arası ve kimi zaman da bölgesel savaşlara engel olamamış ve yine bir çok ülkede süre giden insan hakları ihlallerini durduramamıştır.
Kuruluşunun üzerinden geçen 72 yılda Birleşmiş Milletler sayısız devletler arası ve bölgesel savaşa, Filistin örneğinde görüldüğü gibi etnik temizlik sayılabilecek katliam ve sürgünler ile işgallere, iç savaş ve devlet içi çatışma olarak kabul edilebilecek şiddet olaylarına, meşru yönetimleri deviren darbelere ve sıradan insanların günlük hayatına dahi sirayet eden insan hakları ihlallerine şahitlik etmiş ve fakat bunların ancak çok azında etkili bir çözüm sağlayabilmiştir.
Türkiye de Birleşmiş Milletler’in darbe, darbe teşebbüsü, muhtıra, iç çatışma sayılan şiddete dayalı eylemleri kaydettiği ülkeler arasındadır. Yine Türkiye sistemli ve münferit olarak yürütülen insan hakları ihlallerine dair şikayetler sebebiyle de Birleşmiş Milletler’in gündeminde yer etmiş bir ülkedir. Çok partili hayata geçiş tecrübesinin hemen ardından askeri müdahaleler ile tanışan Türkiye, yaklaşık 50 seneyi bulan bir süreçte ülke içindeki gruplara ve sosyal sınıflara karşı sistemli bir ayrımcılığa tanıklık etmiş ve bu da sosyal barışı temelinden sarsan neticelere sebebiyet vermiştir. Güvenlik temelli yaklaşımlarla çözülmek istenen meseleler umulanın aksine çözülmek bir yana, daha da girift hale gelmiş ve tüm bunların sonunda ülkeyi var eden fikri, dini ve etnik unsurlar arasında güven problemi baş göstermiştir. Bu sarmaldan çıkmak için gösterilen gayretler de kısa sürede akamete uğratılmış ve sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal çözüm arayışları yerini yeniden güvenlikçi anlayışa bırakmıştır. 15 Temmuz 2016 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki bir cuntanın gerçekleştirdiği darbe girişimi ise tüm ülkeyi hukuk devletinin temel ilkelerinden uzaklaşmaya sevk eden bir süreci başlatmıştır. Bu süreçte yürürlüğe konulan Kanun Hükmünde Kararnameler ile birçok temel kanunda değişiklik yapılmış ve Birleşmiş Milletler’in on yıllar evvel ilan ettiği temel insan hak ve özgürlüklerinin sınırları var ile yok arasında bir noktaya çekilmiştir. Görünen o ki, devletin beka kaygısı ile toplumun ve bireylerin hakları arasında bir çatışma yaşanmaktadır ve toplumun ve bireylerin temel hakları devletin muhayyel ve sınırları belirsiz beka kaygısı karşısında korumasız bırakılmıştır.
Devletlerin ve hatta hükümetlerin varlıklarını korumak için bir kısım sınırlamalara başvurmaları anlaşılır bir haldir. Ancak bu sınırlamaların da ulusal ve ulusalüstü hukukla belirlenen sınırları olduğu da tartışmasızdır. Hükümetlerin sınırlamaların sınırlarını aşan her bir eylem, işlem ve kararının öncelikle ulusal yargı eliyle engellenmesini beklemek her vatandaşın hakkıdır.
Bu vesile ile, Dünya İnsan Hakları Günü’nün bütün insanlığın insan onuruna yakışır bir yaşama ulaşması noktasında gayretlere sebep olmasını diliyor, biran önce OHAL’in kaldırılmasını ve hukuki güven ortamının tesisini talep ediyoruz.Kamuoyuna saygıyla arz ederiz.